29 Kasım 2015

Pamuk Tıkayacaklar…




Aziz dostum Sayın Şekeral’ın Zübük karakterini kıskandıracak bir edayla her hafta yazı paylaşacağız söyleminin üstünden onlarca hafta geçtikten sonra bir kaç satır karalamanın vakti geldi diye düşündüm ve başladım karalamaya... 

Şekeral'ın da titreyip kendine geleceğine eminim, adını bu kadar anmamda ki sebep bu sabah kendisi ile buluşacakken buluşamamış olmanın eksikliği olsa gerek, bu eksikliği yazımla da olsa bir nebze gideriyim istedim. Cuma günü akşamı Pazar günü buluşmak için sözleşmemize rağmen ne Cumartesi ne de Pazar, ne o beni ne de ben onu aradım. Aslında ikimizde bu davranışın anlamını çok iyi biliyorduk.(ileride işlenecek dosya konusu)

Halimden gayet memnun uzun zaman sonra yalnız kalmanın mutluluğunu hissederek uyandım bu sabah (uzun süreli yalnızlıklardan ne kadar hoşlanmıyorsam da kısa süreli yalnızlıklardan da o kadar keyif alıyordum. ). Geçen hafta arkadaşımın kullanmadığı canon 400d profesyonel makinasını 400 TL gibi cüzi bir rakama iki taksitle satın aldıktan sonra (dostla alışveriş) bugün bir çılgınlık yapıp fotoğraf çekmeye gitmeye karar verdim.

Bilenler bilir hedefim İstanbul Küçükyalıdaki dalgakırandı, bundan iki yıl kadar önce yapımı tamamlanmış neredeyse adalarla Küçükyalı sahili birleştirecek çift şeritli bir otoban havasını andıran dalga kıran olumsuz görüntüsüne rağmen denizin kalbine uzanan gizli bir geçitti benim için. Evde dünden kalan bayat ekmeğin arasına beyaz peynir koyup hazırladığım kahvaltımı beğenmeyerek dolapta bulduğum kivi,mandalina ve dün aldığım mini top keklerle zenginleştirerek decathlondan aldığım 13 TL lik sırt çantama doldurdum. 

Sırtımda çanta, elimde fotoğraf makinam yağmurun izleri henüz asfalttan silinmemiş hafif puslu bir havada başladım yürümeye. Takribi 25 dakika sonra Küçükyalı'daki Belturdan 1 TL ye bir çay aldım ve elim yanmasın diye 2 kağıt bardak istedim, Beltur’da değil dışarıda Küçükyalı Balıkhalinin karşısındaki banklardan birine oturdum. Hayatımda içtiğim en kötü çaylardan biriydi, iki karton bardak istemese miydim  acaba ? diye içimden geçirdim. 

Neden Beltur'da değil de dışarıda bankta oturmuştum evden ekmek getirdiğim için içeride oturmaktan utanmış mıydım ? Yoksa bugün benim yalnızlık günümdü ve kendimi daha yalnız hissedeceğim için mi bu bankı tercih etmiştim ? Ben kendi cevabımı biliyorum ama bilemeyenler bu konuyu düşünsünler:)

Aslında bugün sahil çok kalabalık olmamakla birlikte az da olsa yürüyüşe çıkanlar, bisiklete binenler, evcil hayvanlarını gezdirenler sahnede kendilerine ayrılan yerleri almışlardı ancak o an başrol martı ve kargalara aitti çünkü gerçekten hayat dolu olan, yaşam enerjisini eylemlerine yansıtan, eylemleri ile hayatlarının anlamı paralel olan onlardı. Ne koşan insanların, ne hayvanlarını gezdiren insanların ne de bisiklete binen insanların gözlerinde martı ve kargaların gözlerinde olan anlamı göremedim. İnsanlar hep mi böyleydi ? Ne zaman bu kadar anlamsızlaştı gözler bilemiyorum.

İnanmasalar da mahalle baskısı ile bisiklete biniyor koca koca adamlar diye kendi kendime düşünüp biraz da haksızlık yaparak dalgakırana doğru harekete geçmişken ben de fotoğraf makinamı çantamdan çıkarmış aynı sarmalın bir başka halkasındaki seyahatime doğru adım atıyordum.
Neydi hayatı anlamlı kılan gerçek eylem, bu kişiden kişiye değişir miydi ? Acaba martı için başka karga için başka şuradaki benden belki bir yiyecek koparırım diye ayaklarıma dolanıp sırnaşan kedi için başka, biz inşalar için başka mıydı bu anlam ? Sonuçta canlılık zıttıyla vardı ve hepimizin ortak yazgısı olan ölümdü, hepimiz ölecektik. (Asıl konuma girişi yapmış oldum zor bi konu olduğu için hazırlık uzun sürdü J) (Bu arada Şekeral'ın yokluğunda blogun fabrika ayarlarını bozmuş oldum, yazılar yarı gezi notu, yarı deneme, yarı karalama şeklinde devam ediyor Şekeral yazılarına alışık okurlar affetsin)

Başladım yürümeye bir yandan küçük adımlar atıyor bir yandan da fotoğraf çekiyordum, dalların arkasında  güneşlenen martı, kayadaki kedi, güvenli bir limanda yalnız kalmış üzgün bir kayık. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan yolun sonuna gelmiştim karşımda adalar arkamda çirkin bir şehirleşme, gökdelenler sanki bu şehrin mezar taşlarıydı (bana masal anlatmadan alıntı sadece bir kere kullanacağım bu söz öbeğini panik yapmayın). Bu manzaraya daha fazla dayanamayarak yine gözlerimi ufka denize adalara,uzaklara, martılara ve gemilere çevirdim. 

Şu an buradaydım ve mutluydum acaba yarın nerede olacaktım ? Ya 100 yıl sonra nerede olacaktım ? Hala hayatta olacak mıydım ? Biri size 100 yıl sonra öleceksiniz dese bugün hayatınızda ne değişir ? Oysa kuvvetle muhtemelen bu yazıyı okuyan herkes 100 yıl sonra ölecek ? Cem Yılmazın dediği gibi hepimizin bildiği ama sürekli yüzleşmekten kaçındığımız bu gerçek aslında hayatın en önemli parametresi değil mi tüm parametreleri kökünden değiştirebilecek olan. Tamam 100 yıl değil 50 yıl sonra öleceksiniz desem ? Pek bir şey değişmedi zannedersem. Ya 10 yıl sonra öleceksiniz desem hafiften bir yerlerde kıpraşımlar meydana gelmeye başladı ya 5 yıl ya 1 yıl ya da 6 ay sonra öleceğinizi öğrenseniz , türk filmi tadına bağlayıp Kemal Sunal gibi 7 aylık taksitle umumi hela pojelerine girmeden sorgulamamızı noktalamak istiyorum.

Çevremizde on binlerce kişi henüz sebebini bilemediğimiz (ilaç şirketleri,yeni dünya düzeni, emperyalist oyunlar ya da sadece anlamsızlaşan hayatlar yüzünden) etkenlerden dolayı amansız hastalıkların pençesinde ve onlar hepimizin bildiği sonu daha iyi biliyorlar. Bu durumda yaşayabilmek için hayatın anlamını bulmak ve bulma yolundaki umudu kaybetmemek gerekiyor. Yoksa ister 100 yıl ister 100 gün olsun yaşam, sonuç belliyse süreç çok da anlam kazanmıyor Tolstoy un İtiraflarımda değindiği gibi bu durumda hayatı anlamlaştırmak, hayata inanmak gerekiyor, yoksa yaşamı sürdürmek külfet öldür kendini gitsin, inançlar da işte tam bu yüzden tam da bu yüzden tüm insanlıkla kol kola yürümedi mi binlerce yıldır ?

Don Juan derki insan ruhuna çeki düzen veren tek şey ölüm düşüncesidir ve  ölümün avcılık yaptığı bir dünyada , kuşku ve pişmanlık için zaman yok sadece kararlar için zaman vardır.
O zaman haydi harekete geçelim ! (Not bu yazıdaki bazı cümleler Amerikan kişisel gelişim kitaplarındaki cümlerlerle karıştırılmasın anlatılmak istenen tam da tersidirJ)

Yazımı sonlandırırken bugün çektiğim fotoğraflardan 3 tanesini koyduğum (aslında 100 ye yakın kare çekip yaptım ancak en iyilerini koydum insanlar a ne güzel fotoğraf çekiyor diyor aslında yarısı çok da kötü bu konuya sonra gireceğim güzel konuJ) instagram hesabımı kontrol ediyorum kimler beğenmiş diye, hiç tanımadığım kişiler de beğenmiş bir mutlu oluyorum ben de mi diğerleri tarafından beğenilmek, önemsenmek dikkate alınmak istiyorum, yok artık varlığım diğer insanların varlığına mı bağlı ? Haytın anlamı diğer insalar mı ? Benim sanatım hani sanat içindi yoksa insanlar için miydi bakın onlar beğeniyor yok bu da değil benim sanatım benim için miydi yoksa ?

Bu yazımı hayata 40 saniyelik televizyon molası vermiş olan Sn Sekeral’a Martin Heidegger in sözünü hatırlatarak son vermek istiyorum.

Eğer ölümün her an ve her yerden gelebileceğini kabul edersen, bencilliğinden gelen “şimdi ve burada” ya ilişkin tembelliğin kaybolur.

29.11.2015 / Istanbul
Genz…